Dolaşıyorum Havana Sokaklarını...
Küba
13.07.2009 - 25.07.2009
30 °C
View
Seyahat
& Mexico & Central America
on acikbilet's travel map.
“Arkadaşlar, 12 CUC'unuz var mı? Akşam ıstakoz pişirip yiyebiliriz,” dedi David'in telefondaki sesi. Henüz birbirimizi görmemiştik. Kalmakta olduğumuz yer, arkadaşlarının eviydi. Soğuk ve ciddi ortamıyla büyük bir devlet bürosunu andıran havaalanına giriş yaptıktan sonra vize belgelerimize giriş damgasını burnundan soluyarak basan polis memuru ve bavullarımızı aldıktan sonra görevlilerce bindirildiğimiz devlet taksisinin takım elbiseli, asık suratlı şoförü, karşımıza çıkan ilk Kübalılar olmuştu. Şehrin en geniş caddesi üzerinde, kalkan boyaları ve çürümüş kapısıyla artık harabeye dönmüş eski bir malikane görünümündeki eve, bisikletliler ve tıklım tıklım birkaç belediye otobüsü dışında tek tük araba geçen yollardan ulaştık ve otobüs beklemekte olan kalabalığın bakışları altında son model siyah Mercedes Kompressor'den indik. Kapıyı bize, bizimle birlikte evde kalacak Alina açtı: Sonunda gülümseyen bir yüz görebilmiştik. Evin sahibi Enrique tatile gitmişti.
Yerleştikten sonra, David'lere yürüdük. Kaldığımız bölgede denize paralel sokaklar harflerle adlandırılmıştı, kesen sokaklarsa tek numaralarla. Evimizin bulunduğu 23. caddeden denizin aksi yönünde ilerlemeye başladık: F, E, D, C, B, A; ardından çift numaralar başladı: 2, 4, 8, 10... Koordinatları andıran adresi bulmamız bu şekilde kolaydı. Geniş sokaklarda ilerlerken, hava kararmaya başladı. Bahçe içindeki büyük, bir ya da iki katlı evlerin verandalarında, sallanan koltuklarda oturan yaşlılar vardı, pencerelerden kaynama, fokurdama sesleri taşıyordu. Görünüşe bakılırsa bütün evler kalabalıktı. Kaldırımlarda, kökleri betonu yarmış ağaçlar diziliydi; gövdelerini sarmaşıklar, dipleriniyse teneke kutu ve naylon poşetler sarmıştı. Şehrin ne kadar planlı yapılaştığı açıkça görüldüğünden, devrim öncesinde kumar ve mafya zenginlerinin ikamet ettiği bu sokaklarda nasıl bir refahın hüküm sürdüğünü hayal etmek zor değildi. Aradığımız sokağa geldiğimizde, karşımıza çıkan gençler -sormamış olmamıza rağmen- parmaklarıyla David'lerin dairesini işaret ettiler. Sonradan öğrendiğimize göre misafiri çok olduğundan, nasılsa soracağımızı düşünmüş olmalılar. David, kız arkadaşı Teresa ve Teresa'nın annesi Lola'yla birlikte tek göz odada yaşıyordu. O gün balıkçı biz konuştuktan sonra uğramadığından ıstakozları alamamıştık. Böylece, ilk gece, o anda aynı yemeği yemekte olan milyonlarca Kübalıya biz de katıldık: Kızarmış muz, pilav ve siyah fasulye.
David bize evlerinde daha önce yurtdışından gelen arkadaşlarının kaldığını anlattı. Ama zaten sürekli araları bozuk olan alt kat komşularının Devrimi Koruma Komitesi'nin başına getirilmesiyle bundan vazgeçmişler. Küba'da yabancıların Kübalılarla aynı evde kalması yasak. Otelde veya devlete kayıtlı “casa particular”larda (aile pansiyonu diyebiliriz) kalınması gerekiyor. Evde bir yabancının eşyasının dahi bulundurulması yasakmış, ama ziyaret etmemiz neyse ki serbestti. Alt komşunun tek gözünü üstümüzde hissederek muhabbete devam ettik. David İngilizce konuşuyordu, fakat Teresita ve Lola'yla sohbet edebilmenin tek yolu İspanyolcaydı. Küba aksanı, bize diğer yerlerde anlaşılır gelen bütün kalıpları, cümleleri yuttuğu için ilk gün birbirimizi anlayabilmekte zorlandık. Yine de ertesi akşam yemeğinde bizim evde buluşmak konusunda hemfikir olabildik.
Kaldığımız evin terasından Vedado
Sabah uyandığımızda, Alina'nın kahvaltı hazırladığını gördük: Guayaba suyu ve dilimlenmiş papaya. Henüz pazara ya da markete gidememiş olduğumuzdan yanına ekleyebileceğimiz bir şey yoktu, masaya oturduk. Alina, İngilizce öğretmeni olduğunu söyledi. Birkaç hafta öncesine kadar iki yandaki binada kocasının ailesiyle birlikte oturuyormuş. Şimdi oradan taşınarak annesiyle şehrin dışında bir eve geçmiş. Evlerin kalabalık olmasının ve birkaç kuşağın bir arada yaşamasının nedenini onunla konuşurken anladık: Küba'da yeni bina yapılmadığı için ayrı bir eve geçmek çok zor. Başka bir mahalleye taşınmak isteyen ev sahibinin, başka bir ev sahibiyle anlaşarak değiş tokuş yapması gerekiyor. Evini satması gerekirse, tek muhatabı devlet ve o da değerinden aşağı fiyat biçiyor. Bu kurallar arabalar için de geçerli; bu nedenle bu kadar çok eski araba hala ya sokakta ya da çürümeye terk edilmiş durumda. Bunları konuşurken, kapı çaldı ve David kan ter içinde içeri girdi ve zıplayıp arkasını dönerek içindeki mısır koçanları yüzünden patlamak üzere olan çantasını gösterdi. Bir arkadaşı telefon açıp 17-G'deki pazar yerine mısır geldiğini haber vermiş, o da hemen fırlayarak soluğu pazarda almış, çünkü mısır her zaman bulunmuyormuş. Şimdi eve geri dönüp ikinci postayı yapacağını söyledi. Akşam yemek yapmak için istediğimiz malzeme içinse, hem Alina hem de David 19-B'deki pazar yerinin daha iyi olacağı fikrindeydi. En taze meyve sebze ve en bol çeşit burada bulunuyormuş, ama diğer pazara göre iki kat pahalıymış.
Havana sokaklarına bakış
19-B'ye ulaştığımızda, pazar yerine girmeden önce, devlete ait Cadeca, yani döviz bürosunda elimizdeki CUC'ların bir kısmını CUP'a çevirmemiz gerekiyordu. CUC'un anlamı, “değiştirilebilir Küba pezosu” CUP'un ise “Küba pezosu”. Ülkeye gelişimizden önce, yabancıların değiştirilebilir olanı, yerlilerinse normal pezoyu kullandığını sanıyorduk. Ne var ki, dolardan yüksek değere sahip olan CUC'u, maaşlarını değeri 1 CUC'un 24'te biri olan CUP üzerinden almakta olan Kübalılar da kullanmak mecburiyetindeymiş. O nedenle, şehrin her mahallesinde Cadeca'lar var ve insanlar makarnayı CUC ile almak zorundayken, papayayı CUP ile almak durumunda olduğundan sürekli yaşadığı ülkenin iki farklı para birimini değiştirmek için sırada bekliyor. Hükümetin -ya da devletin: burada ikisi de aynı şey- ortalama 300 CUP maaş alan Küba halkının 12 CUC'a denk gelen bu parayla nasıl makarna, sıvı yağ alabileceklerini düşündüklerini anlayamadık ve şaşırdık.
Paramızı CUP'a çevirdikten sonra, şehrin “en büyük” pazarına girdik. Otuz metre kadar uzayan dört sıra tezgah vardı. Tezgahların üstünde yığınlarca papaya, mango ve misket limonu duruyordu, bunların haricindeki tezgahlardaysa olan her şey numunelikti. Bir tezgahta bir kısmı küflenmiş soğan ve sarmısak bulabildik, sebze olaraksa yalnız patlıcan olduğundan bolca aldık. Ancak iki-üç kilo edecek sebze için satıcı bizden sekiz kilo parası aldı, fark etsek de önemsemedik. (Burada geçireceğimiz her gün aynı türden kazıklar yiyecektik.) Bir satıcıya zeytinyağını nereden bulabileceğimizi sorduk, ama bakışları öyle alaycıydı ki, David'in birkaç kilo mısır için koşturuşunu ve kahvaltıda yalnızca meyve oluşunu anımsayarak sorunun saçmalığını fark ettik.
Üniversite binasından detay
Patlıcan yemeği, közlenmiş patlıcan ezmesi ve makarnadan oluşan mönüye, David'in sabah aldığı mısırlardan yaptığı “tamales”* ve taze sıktığı meyve sularıyla hazırladığı Havana Club romlu kokteyller de eklenince, yemek bir şeye benzedi. Oturduğumuz terasın karşısındaki balkondan gelen horoz sesleri eşliğinde, neden marketlerdeki ve pazarlardaki rafların, tezgahların boş olduğunu, temel gıda maddeleri de dahil birçok şeyin akıl almayacak kadar pahalı olduğunu konuşuyorduk. David, Teresita ve Alina, devletin belli sayı ya da miktarda gıda ve temizlik malzemesini çok cüzi fiyata sattığını, fazlasını almak istediklerinde daha fazla ödemeleri gerektiğini anlattılar. Yumurta, sıvı yağ, ekmek, sabun, çocuklar için soya yoğurdu ve süt, karneyle ve az da olsa ucuza satılan ürünlerden bir kısmıymış. Sıvı yağın tadı makine yağı gibiymiş, bir ay beden, diğer aysa çamaşır temizliği için sabun veriyorlarmış. Sovyetler Birliği'nin çöküşünün ardından enerji krizinin başgöstermesiyle kıtlığın başladığı ve Kübalıların ortalama 6 kilo kaybettiği “Özel Dönem”den (Periodo Especial) söz ettiler. Havana'daki her toprak parçasının ekilip biçildiği, apartman teraslarının seralara ve tavuk çiftliklerine (bkz. karşı balkon) dönüştürüldüğü bu dönemde bütün ülke depresyondaymış. Hükümet Küba'dan gitmek isteyenlerin serbest olduğunu açıkladığında, herkesin bulup buluşturduğu malzemeden suda yüzebilen bir araç inşa etme gayretine girişini ve binlercesinin Florida'ya adımını basamadan okyanusta boğulduğunu ya da kaybolduğunu anlattılar. David, bu dönemde üniversite yurdunda kaldığını ve odasının penceresinden her gün denize açılanları seyrettiğini, o zamanlar bunun ne kadar büyük ve önemli bir toplumsal olay olduğunun farkına varamadığını söyledi. Şimdiyse, insanların kaçacağından korktukları için kimsenin kayık sahibi bile olmasına izin verilmiyormuş ve ülkeden çıkmak çok zormuş. Zaten yurtdışına çıkmaları kolay olsa da aldıkları maaşla kıpırdamalarının mümkün olmadığını anlattılar. Peki, yurtdışı bir yana, insanlar bu yokluk ve tecrit hali içinde burada nasıl yaşamlarını devam ettirebiliyorlardı? 12 CUC maaş alırken bunun örneğin nasıl 1 CUC'unu bir şişe biraya verebiliyorlardı? Anlattıklarına göre, insanların bir kısmını ayakta tutan, ABD'deki akrabalarının gönderdiği yardımlardı. Herkesin ihtiyaçlarını karaborsadan almak zorunda kaldığını, dolayısıyla bir kısım insanın da karaborsada satış yaparak yolunu bulduğunu anlattılar. (Küba'da karaborsanın anlamı, devlete satılması gereken ya da devlete ait olan malların küçük bir bölümünün el altından alıcıya ulaştırılması.) Karaborsa olmasaydı, Küba'da hayat dururdu, dediler. Hep mi böyleydi peki? Cevapları, hayırdı. Devrim zamanı ve devrimden sonra yapılan toprak ve sağlık reformuyla, eğitim seferberliğiyle bütün halkın liderlerine inandığını, ama zaman içinde Fidel Castro ve ekibinin para kazanmaktan ve ülkenin imajını korumaktan başka bir şey düşünmez olduklarını söylediler. Şimdi tarıma yeniden yönelmeye başlamışlar, ama çiftçilere toprak verseler de üstünde yaşamalarına izin yokmuş. Peki sağlık? Küba doktorlarıyla ünlüydü ne de olsa. Doktorlar para karşılığında üçüncü dünya ülkelerinde hizmete gönderildiği için bazen hastanelerde iğne yapacak birini bile bulamıyorlarmış. Ya eğitim? Ücretsiz ve herkese değil miydi? Evet, bu doğruydu ve hala öyleydi -neyse ki! Alina sık sık, devlet lojmanı olan yan binada gazeteci ve bürokratların oturduğunu hatırlatıp daha kısık sesle konuşmanın iyi olacağını söylüyordu.
Malecon'dan Eski Havana'ya yürüyüş
İki gündür şehirdeydik, ama daha çıkıp dolaşmamıştık. Ertesi gün akşamüstü, David'le deniz kıyısı boyunca uzanan Malecon'a, ardından da Eski Havana'ya yürüdük. Malecon okyanus esintisiyle serinlediğinden, Havana halkını deniz kıyısındaki setin üstüne toplamıştı. Kimi misinasını salmış balık tutuyordu, kimi sohbet ediyordu. Suyun üstü, dalga geldikçe oynaşan şişirilmiş prezervatiflerle doluydu. David, prezervatiflerin iğneyi yukarıda tuttuğunu ve esen rüzgarla oltanın daha açığa gitmesini sağladığını anlattı. Eski Havana'ya yaklaşırken hava kararmaya başlamıştı. Büyük otellerin olduğu bu bölge, zengin turistler için hazırlanmış bir film setine benziyordu, çünkü iki sokak arkasına geçince, binalar bakımsızlaşıyor, yollar delik deşik bir hal alıyor ve etraf tekinsiz bir görünüme bürünüyordu. David'in anlattığına göre, Küba çok güvenli bir yermiş, ama yine de yanımızda fotoğraf makinelerimiz olduğu için, hava karanlıkken bazı sokaklara girmek istemedi. Solgun sokak lambalarının altında sidik kokuları ve çöplerin doldurduğu yollardan geçerek tekrar Malecon'a çıktık ve David'in ablası Dorky'nin doğum gününü kutlamak için, Havana'nın merkeze uzak bir semtindeki evlerine gittik. Bu sıcak gecede bir yandan cuba libre içip diğer yandan salsa yapmaya çalıştık. David, “Söyleyin arkadaşlar, insanın böyle ailesi olunca kim gider Casa de la Musica'ya?” diyerek çekti ablasını piste.
Doğum günü partisinde çılgın eğlence!
Eski Havana kısmını gündüz gözüyle görmek için tekrar gittiğimizde, bu defa yanımızda David olmadığı için, her adımımızı ucuza puro sattığını iddia eden satıcılar karşılıyordu. Mütemadiyen teşekkür ederek satıcıları yanımızdan uzaklaştırırken, bir yandan etrafı inceliyorduk. “Nezih” kafe ve restaurantlar, hep yabancılarla doluydu. Şehrin bu kısmında, görevli olmayan hiçbir Kübalı yok gibiydi. Devlet, Doğu Bloğu'nun çökmesiyle içine girilen ekonomik sıkıntıdan çıkmanın bir yolu olarak istemeye istemeye ülkeyi turizme açarken, ülkeye gelecek yabancılarla halkın bir araya gelmesini engellemek ve Öteki kalmalarını sağlamak için her türlü önlemi almıştı sanki.
Eski Havana
Eski Havana sokaklarının fazlasıyla tüketilmiş bir imaj olduğunu düşündüğümüzden, bu yapay ortamda fotoğraf çekmek pek içimizden gelmedi. İhtişamlı binası restore edilmekte olan Devrim Müzesi'ne geçtik. Küba'nın İspanyollardan bağımsızlık kazanma mücadelesini başlatan ve meydanda vurularak ölen şair Jose Martí'yle başlayan resmî Küba tarihi, devrime hizmet ederken ölen ve kutsallaştırılarak şehit mertebesine yerleştirilen başka şairlerle devam ediyordu. Şairlerin ve devrimci öğrencilerin şehit oldukları anda giydikleri giysiler ve gerillaların kullandığı silahlar birçok galeride sergileniyordu. Diktatör Fulgencio Batista'nın dönemi, patlayan bombalarla parçalanan bedenlerin kanlı fotoğrafları ve devrimciler üzerinde kullanılan işkence aletleriyle özetlenmişti. Müzenin nadide eserleri, Ernesto Che Guevara'nın tüfeği ve balmumundan yapılmış kötü bir heykeliydi. Bütün galerilerde mutlaka Fidel Castro'nun fotoğrafları ve yaptığı konuşmalardan alıntılar yer alıyordu. Müze, kutsallaştırdığı değer ve nesnelerle, militarist ve maskülen bir gövde gösterisini andırıyordu.
Küba'da aylaklığın tadı
Havana'dan ayrılarak başka şehirleri de görmek istiyorduk, ama banka kartımı bürokrasiye kaptırdığımdan paramız da, yeterli zamanımız da yoktu. Böyle olunca, kalan vaktimizi her sabah pazardan alışveriş yapıp yemek pişirerek, gündüz terasta kitap okuyarak ve güneş çekildiğinde sokaklarda gezerek geçirmeye başladık. Artık toplu taşımayı da kullanıyorduk: Tarife normalde 40 sent iken, biz şoförün ter bezinin altından eline bazen 5, bazen 10 CUP tutuşturuyorduk. Adetin böyle olduğunu öğrenmiştik; otobüse binen yolcuların çoğu, şoför az kazandığı için devlete gideceğine onun cebine gitmesini tercih ediyor ve parayı kutuya atmak yerine gizlice onun eline veriyordu. Bu otobüsler daima çok doluydu. Şehir dışındaki bir plaja gitmek üzere yola çıktığımız bir gün, yanımızdaki bütün paranın çalınmış olduğunu anlayarak eve geri dönmek zorunda kaldık. Sıkışıklık arasında cebimize giren elin farkına bile varmamıştık.
Son günlere doğru, Enrique de tatilden dönerek bize katıldı. Ev sahibimizin de yemek pişirmekten ve kalabalık yemek davetleri vermeyi sevmesinden faydalanarak, her gecemizi terasta masa başında geçirdik. Dondurmaydı, domatesti balıktı derken, Barış'ın ayağı karaborsaya iyice alıştı.
Hınkh! Plantain soymak ne kadar zor bir işmiş!
Terasta yemekli parti
Mmm! Tostones ve kılıçbalığı
Küba seyahatimizin ana karakteri kuşkusuz David'di, hikayemiz de onun ve tanıştırdığı insanların etrafında gelişti. Daha önce mutlu olmanın umursamazlıkla ilişkisi olduğuna inanırdım, ama mutlu olan ve yanındakini de mutlu etmek konusunda takıntılı olan David, bu fikrimi değiştirdi. Dünyanın değişmesinin birilerinin değişimi getirmesine değil, bireylerin değişmesine bağlı olduğunun farkında ve insanlara ulaşabileceği bir proje üstünde kafa yoruyor. David ile birlikte, Küba'daki günlerimizi mutlu ve paylaşmanın zevkini çıkararak geçirdik. Ayrılma vakti geldiğindeyse, tanıdığımız insanları geride bıraktığımız ve belki de bir daha hiç göremeyeceğimiz için buruktuk.
Deniz Koç
- Tamales, mısır koçanlarının çiğden rendelenmesini, sarmısak ve baharatla öğütüldükten sonra koçanların etrafındaki yapraklara düzgünce sarılarak paket paket kaynatılmasını gerektiren uğraştırıcı ve yorucu bir yemek. Bütün Orta Amerika'da çok yaygın.
Posted by acikbilet 09:22 Archived in Cuba Tagged backpacking