A Travellerspoint blog

Batıya Hücum!*

Georgia, Tennessee, Mississippi, Luisiana, Teksas, New Mexico, Utah, Arizona, Nevada

all seasons in one day
View Seyahat & United States on acikbilet's travel map.

“Road trippin' with my two favorite allies
Fully loaded we got snacks and supplies
It's time to leave this town
It's time to steal away
Let's go get lost
Anywhere in the U.S.A”
Red Hot Chili Peppers
Road Trippin'

Passepartout'nun arkasına buzluk, şişme yatak, elektrikli ızgara, bol bol kitap ve tabii ki Deniz için bir kilo kadar tuzlu fıstık yükledikten sonra, Kennesaw'dan ayrıldık. Yeşil çayırların arasından ilerleyen otoban, doğanın dinginliğine tezat oluşturacak gürültülü trafiğiyle kimi zaman gidiş-geliş 12 şeridi buluyordu. Tennessee eyaletine ulaştığımızda, country müziğinin beşiği Nashville'e uğradık. Cumberland Nehri'nin kıyısına kurulmuş şehrin hemen hemen her Amerikan şehrinde görülebilecek bir merkezi vardı: Geniş olmasına rağmen tek tük arabanın geçtiği ızgara sistemi yollar, kenarlarında dikilen kutu misali kara camlı binalar ve insansız sokaklar. Sonradan ayırdına varacağımız üzere, yanından akıp giden otoban ne kadar yoğun olursa olsun, bu tip şehirler hep sakindi. Country müziğin Amerikalı ve yabancı turistler için bir çekim kaynağı olması nedeniyle ana cadde az da olsa canlıydı. Zorlama eğlencenin ortasından yürüyüp geçtikten sonra Memphis'e doğru yola devam ettik.

Şehre geç saatte vardığımızdan, öncelikle kalacak bir yer bulmamız gerekiyordu. Mississippi Nehri'ni görünce aklımıza ilk Mark Twain geldiğinden, kıyısına kurulu kamp alanlarından birinin adının “Tom Sawyer” olduğunu görünce hemen içeri girdik. Tesadüf o ki, bizi karşılayan da -adı Tom ya da Huckleberry Finn olmasa da- bir oğlan çocuğu oldu. Babasına yardımcı olan John, bu akşam kalabileceğimizi, sorun olmadığını, ama ertesi gün ani sel baskını beklendiğinden daha fazla kalamayacağımızı söyledi. Arabada geçireceğimiz ilk gece, pompayı çalıştıracak elektrik kaynağını bulamayışımız yüzünden çözüm arayışıyla başladı. Önce Barış, akciğerlerinin bu işin üstesinden geleceğini düşünerek başladı üflemeye. Beş dakika sonra tek değişiklik, tükenen Barış'ın yüz rengindeydi. Beynine oksijen gitmeye başlayınca, arabayı tuvaletin önüne çekip uzatma kablosuyla pompayı çalıştırmayı akıl edebildi. Arabanın içine yerleştikten kısa bir süre sonra, şiddetli bir yağmur başladı. Kovucu kullanarak sivrisinek vızıltılarını dışarıda bırakmayı başardığımız ilk kamp gecemizde, nehir beklenenden önce taştı, sel suları arabayı kaldırdı ve yalpalatarak sürüklemeye başladı. Neyse ki dalgaların gücüyle kıyıya vurduk ve çarpmanın etkisiyle anladık ki, Deniz rüya görüyormuş.

t_kenen_ba.._rl____.jpg
Tükenen Barış, şişmeyen yatak

İki yakasını metalden iskeletleri andıran sayısız köprünün bağladığı Mississippi'nin kıyısına kurulu Memphis'te hala yandan çarklı gemiler işliyor, ancak yandan çarkın olduğu yere gizlice modern bir motor yerleştirilmiş. Güneydeki başka birçok şehir gibi “siyah”, yani Afrikalı Amerikalı kültürünün serpildiği bu şehir, her renkten insanın huzur içinde bir arada yaşayacağı günleri hayal ettiği için 1968'de öldürülen Martin Luther King'in suikaste uğradığı otel ve yanındaki binaya kurulu Yurttaşlık Hakları Müzesi'ne de ev sahipliği yapıyor. Kölelik 1865'de Amerikan Anayası'nda yapılan 13. tadil ile kaldırılmış olsa da, ırk ayrımcılığını devam ettirmek üzere akıl almaz yollar geliştiren güney eyaletlerinde “siyah”lara acı çektirilmeye daha yıllarca devam edilmiş. Yine Mark Twain'den devam edecek olursak, Mississippi'de, ama kuzeyindeki bir şehirde geçen romanı Pudd'nhead Wilson'da meydana gelen olayların müsebbibi Roxanne da bir köledir ve kitap boyunca nehrin güneyinde satılmaktan korkar, çünkü kölelik burada çok daha acımasız koşullar altında yürümektedir. Bu kadar korkmanın sonucunda başına ne geldiğini tahmin edebilirsiniz herhalde...

martin_lut.._rl____.jpg
Martin Luther King'in vurulduğu balkon

Yeniden yola koyulduktan sonra, geceyi Mississippi, Jackson'daki bir başka kamp yerinde geçirdik. Bu defa tecrübeliydik, düzenimizi daha kısa bir sürede kurup salatamızı yapmış ve ardından yatağı şişirip uykuya dalmıştık. Ertesi gün, Louisiana eyaletine giriş yapar yapmaz, yolun iki yanındaki dev yeşil ağaçlar, yerlerini bataklıklara bıraktı, zemin yumuşadığından, yol kazıkların üstünde devam ediyordu artık. Hava kararmadan New Orleans yakınlarındaki kamp alanına yerleşmeyi başardık. Başardık diyoruz, çünkü özellikle devlet parklarına ait kamp yerlerine akşam mesai saatinden sonra giriş yapılamıyor. Özel kampinglerde genelde bir kutu yer alıyor, yanında da fiyat listesi var. Arabamızı çadır alanına çektiğimiz için, listeden o kategoriyi bulup zarfın içine parayı koyup kutuya atmamız yeterli oluyor. Tamamen güven üzerine kurulu bu sistem çok yaygın. New Orleans'ta kayıt esnasında görevliye bira içip içemeyeceğimizi sorduğumuzda, ya kutuda ya da bardakta içebileceğimizi söyledi. Mantığını anlamasak da, en azından içebileceğimizi anlamıştık, yeterliydi.

new_orlean.._rl____.jpg
New Orleans'ta kamp yerinde bira, fıstık, mini kitaplık

ABD'de hemen herkes kamp yapıyor, insanlar doğayla iç içe yaşıyor. Ülkenin bütün emeklileri çeşitli kombinasyonlarla yola düşmüş, sıcak mevsimi takip ederek geriyatrik koloniler oluşturuyorlar. Karşılaştığımız kombinasyonlardan bir kısmı şöyle: Dev bir pikap+arkasına takılı karavan / yolcu otobüsü şeklinde karavan+arkadan çekilen orta büyüklükte bir cip / hayvan gibi bir cip+ortada motosiklet+karavan+arkada asılı bisikletler / pikap+karavan+atv+motosiklet+fazla yükü taşıyan bölme+tekne... Anladığımız kadarıyla, ABD'de araçların uzunluğu konusunda pek bir kısıtlama yok. Gençler arabasının arkasına attığı çadır ve uyku tulumuyla kamp yapsa da, yaşlılar karavanla geziyor, hatta karavanda yaşıyor. Bu arada, gördüğümüz karavan sahiplerinin istisnasız hali vakti yerinde, beyaz Amerikalılar olduğunu belirtmeliyiz.

6_metrekar.._rl____.jpg
6 metrekarede yaşıyoruz!

1718'de bir Fransız şehri olarak kurulan New Orleans, 15. Luis'nin Birleşik Krallık'ın emperyalist yayılmacılığına karşı daha iyi korunacağını düşündüğü için bugünkü Kanada ve Meksika arasında kalan tüm Fransız topraklarını kuzeni İspanya Kralı 3. Charles'a bırakmasıyla 1763 ve 1800 arasını İspanyolların yönetiminde geçirmiş. İspanyollar giderek güçlenen ABD karşısında şehri daha fazla koruyamayacaklarını anlayınca yönetimi 1801 yılında tekrar Fransızlara bırakmışlar. İki yıl sonra da Birleşik Devletler Fransa'ya 15 milyon dolar ödeyerek Montana'dan Luisiana'ya kadar olan toprakları satın almışlar. Fransız yönetimindeyken Afrikalı kölelerin diğer kolonilerdeki siyahlara kıyasla daha fazla hakka sahip olması nedeniyle “renkli” kültürünün serpildiği şehir, jazz müziğin doğduğu yer olarak kabul ediliyor. Merkez diyebileceğimiz Fransız Mahallesi (French Quarter) bizim gittiğimiz öğlen saatlerinde neredeyse bomboştu. Biz önceki halini görmediğimiz için bir karşılaştırma yapamasak da, bu tenhalığı 2005 yılındaki Katrina Kasırgası'nın geride bıraktığı ekonomik ve sosyal sıkıntılara yorduk. Gece geliriz ümidiyle programlarını kontrol ettiğimiz birkaç canlı müzik mekanının ya tamamen ya da yaz dönemi için kapanmış olduğunu görünce, Voodoo Müzesi'nde piton sevdikten sonra kampımıza geri döndük ve sabah yeniden yola koyulduk.

9new_orlean.._rl____.jpg
New Orleans, French Quarter

Yol üzerindeki hamburgerci zincirlerinden kurtulmak için her gün salata yediğimizden, Teksas yolu üzerindeki Lafayatte'teki cajun restaurantı Prejean's, deniz ürünleri çorbası gumbo, karides ve soslu balıkla derdimize derman oldu.

lafayette_.._rl____.jpg
Kalbim güm güm, gözlerim dürbün!

Birleşik Devletler'in Alaska'dan sonra yüzölçümü en büyük eyaleti olan Teksas'a doğu tarafından girdik ve 10 numaralı eyaletlerarası otobandan hiç sapmadan yaklaşık 900 mil yaparak eyaleti iki tam günde katedebildik. Bu uçsuz bucaksız ve genelde ıssız eyalet, ülke genelinde 60 ila 70 mil olan otoban hız sınırının 80 mile çıktığı tek yerdi. Sadece kıyısında bir kamp alanında kalıp içine girmediğimiz, kat kat otoyollarla çevrili Houston, Teksaslıların İspanyollardan bağımsızlıklarını kazanmak için başlattıkları mücadelenin merkezi San Antonio, bir çöl kasabası olan Fort Stocton ve sınır şehri El Paso'yu geride bırakıp New Mexico üzerinden Arizona, Utah sınırında, yerlilere ait Navajo Toprakları'nda yer alan Monument Valley'e 15 Mayıs'ta ulaştık. Red Kit serüvenlerinde güneşin battığı, western filmlerinde kovboyların at koşturduğu, Marlboro Man mekanı bu bölge gözümüze pek aşina gelse de, bu aşinalık kızıl tepelerin büyüleyiciliğine gölge düşürmedi.

6monument_v.._rl____.jpg
Monument Valley, Deniz fotoğraf çekerken

Ertesi sabah Grand Canyon bölgesine geçtik. Ulaştığımızda akşamüstü olduğundan kanyonun yakınında Orman Bakanlığı'na ait bir kamp yerine yerleştik. Tuvaletler dahil elektrik ve su tesisatı olmayan çam ağaçları arasındaki kampingde herkes hava kararınca ateş yakmaya başladı. Sıcaklığın giderek düştüğünü fark edince, bu şekilde oturamayacağımızı fark edip kamp sorumlularından biz de odun satın aldık ve uykumuz gelinceye dek ateşi izledik.

5grand_cany.._rl____.jpg
Henüz hava soğumamışken, kamp yerinde

Grand Canyon'un büyüklüğünü anlatabilmek için bazı rakamları paylaşmak gerek. Kanyon'un ortalama derinliği 1,500 metre, genişliği 16 kilometre, uzunluğu ise 446 km. Colorado Nehri ile rüzgar ve yağmurun kayaları oyarak oluşturduğu bu göz alabildiğine uzanan kanyon, günün her saati, her seyir noktasında farklı bir güzellik ortaya çıkarıyor.

grand_cany.._rl____.jpg
Hopi Point'ta günbatımı

Kanyon'un batı kısmında yer alan Havasupai Koruma Alanı kışın sel bastığı ve henüz etkileri devam ettiği için ziyarete kapalıydı. Biz de Arizona-Nevada sınırında yer alan Colorado Nehri üzerindeki Hoover Barajı'nı geçerek Las Vegas'a girdik ve bir süre, sadece kumar etrafına kurulmuş bu yapay çöl şehrini araba ile turladık. Her otelin bir “şey”e benzemeye çalıştığı (Luxor, Eyfel, Venedik vb), 20 tane slot makinesinden az makinesi olan yerlerin “casino” sayılmayıp küçük işletme olarak nitelendirildiği, Amerika'nın her yerinde sokakta içki içmek yasakken, burada özgürce içilebildiği için insanların ellerinde kokteyl bardaklarıyla Strip'te dolaştıkları bu ucube şehirde bir gece kalıp sabahleyin kendimizi tekrar yola vurduk. Batı'ya yolculuğumuzda vuslata as kalmıştı, ertesi gün Pasifik Okyanusu'na ulaşacaktık....

las_vegas_.._rl____.jpg
Uzaktan "strip"

  • “Batıya Hücum”, Morris ve Goscinny'nin yarattığı Red Kit, yani Lucky Luke'un maceralarından “Kervana Hücum”un beyazperdeye uyarlanmış halinin adı. Konuştuğumuz Amerikalılar, altına hücum yıllarını, kovboyları, haydutları, Amerikan tarihinden ve pop kültüründen beslenerek anlatan çizgi roman serisinden habersizdi.

Posted by acikbilet 17:20 Archived in USA Tagged backpacking Comments (2)

Kuzey Amerika'da İlk Günlerimiz

Passepartout'ya ve "Araba Kültürü"ne Merhaba

semi-overcast 31 °C
View Seyahat & United States & Chile on acikbilet's travel map.

Bizi Santiago de Chili'den Miami'ye götüren American Airlines uçağı, şu ana kadar seyahat ettiğimiz LAN'ınkilerin aksine sıkıntı vermek üzere hazırlanmış gibiydi. Aralarında dar bir alan bulunduğundan yatmayan koltuklar, ses sistemi olmadığı için ışık kirliliğinden başka bir işe yaramayan monitörler, ikram edilmek yerine satılan alkollü içecekler... 8 saat süren yolculukta ne bir şey okuyabildik ne de uyuyabildik. Sabah havaalanına indiğimizde ikimiz de beton gibiydik. Uzun pasaport kuyruğunda yaklaşık bir saat boyunca “şahane ülke Amerika” ana temalı bir film gözümüze sokulduktan sonra çantalarımızı aldık ve kahve içerek kendimize gelmeye çalıştık.

Araştırmalarımız sonucunda Amerika'da toplu taşıma diye bir kavram olmadığını anladığımızdan, ülkeyi gezme planımız, burada yaşayan dayım sayesinde bir araba almak üzerineydi. Gideceğimiz galeri Tampa'da olduğundan, havaalanından çıkar çıkmaz Greyhound'un Miami yazıhanesine yollandık. Güney Amerika'daki gelişmiş şehirler arası otobüs sistemine alışkın seyyahlar olarak yaptığımız bu tek otobüs yolculuğunun bizim için çok farklı bir tecrübe olacağından habersizdik. 4-5 saatte kat edilebilen Miami-Tampa arası için günde tek bir direkt sefer var, o da gündüz vakti. Gece gitmek istediğimizden önce Orlando'ya gitmemiz, orada gecenin 3'ünde iki saat beklememiz ve sonra başka bir otobüsle Tampa'ya geçmemiz gerekiyordu (bkz. kulağı tersten göstermek). Bilet fiyatını sorduğumuzda görevli kişi başı 42 (yazı ile kırk iki) dolar olduğunu söyledi. Daha önceden Internet'ten fiyatı kontrol ettiğim ve 27 dolarlık bileti gördüğüm için, “Internet üzerinden alsak daha mı ucuz oluyor?” diye sordum. O da “Yoo, aynı olur,” dedi. Adamın cevabı güven teşkil etmediğinden Internet üzerinden satın almaya karar verdik. Çantalarımızı ofiste bırakma fikrinden, Greyhound'un her çanta için saat başına 2 (yazı ile iki) dolar emanet bedeli istemesi ve bizim binmek istediğimiz otobüsün kalkmasına daha 14 saat olduğu için (yani 56 dolar ediyor) vazgeçtik, olanca ağırlıklarıyla sırtımıza vurup mecburen Miami marinasındaki Bayside adlı bir alışveriş merkezine yürüdük (dışarısı sanırım 40 dereceydi). 27 dolara biletlerimizi alıp bütün günümüzü Bayside'ın körfez ve marina manzaralı esintili balkonunda sandalye üzerinde pinekleyip Dexter'ın teknesinin hangisi olabileceğini düşünmekle geçirdik (sonra başka bir marinayı kullandığına karar verdik). Ara sıra yiyecek almak için içeri girdiğimizde sipariş verdiğimiz kişilerin bir kısmı İngilizce bilmiyordu, kulağımıza çalınan sohbetler de İspanyolca olunca sanki Güney Amerika'dan hiç ayrılmamış gibi hissetmeye başladık. Greyhound'a döndüğümüzde ben görev bilinciyle yakınlardaki bir markete gidip bira araştırması yaptım, bowling labutuna benzeyen Bud Light'ın şişesi hoşuma gitti ve alarak bekleme salonuna geldim. Şişeyi Deniz'e gösterip içmeye hazırlanırken, arkamızda oturan kadın, “O şişeyi görürlerse sizi otobüse almayabilirler, bence saklayın,” diye uyarıda bulundu. Hayır, Güney Amerika'da değildik ne yazık ki.

Starred_Photos37.jpg
"Welcome to Miami!"

Biletler numarasız olduğu için otobüs geldiğinde bulduğumuz güzel bir yere oturduk. Şoförümüz uğradığımız her şehirden sonra (ki çok sık duruyorduk) yeni güzergahımızı ve Greyhound'un otobüs içinde nasıl konuşulacağı, ayakların nereye konulacağı vb konulardaki katı kurallarını içeren “sıfır tolerans” (aynen böyle: zero tolerance) adlı politikasını mikrofonla anons ettiği için zorlansak da bir süre sonra uyuyakalmışız. Gece yarısı uyandığımızda otobüsü park etmiş görünce Orlando'ya geldiğimizi düşünüp, çantalarımız aldık fakat 10 adım sonra durduğumuz yerin yol üzerindeki bir benzin istasyonu olduğunu fark ederek kös kös otobüse geri döndük. Şoförün çantaları bize verirken bagaj fişlerini yırtmış olmasının ne “büyük bir sorun” olduğunuysa Orlando'da anladık. Fişsiz çantalar otobüse alınmadığından, yeni bagaj fişi almak istediğimizde görevlinin “Sizin sistemde birer bagajınız gözüküyor, ikinci fişi kesersem ekstra bagaj sayılır, bu da ücrete tabi: çanta başı 10 dolar ödemeniz gerek,” cevabıyla karşılaştık. Olayın saçmalığından ve sabahın körü olmasından bir ara beynimiz durma noktasına geldi. Neyse ki fişleri koparan şoförü haberdar ettiğimizde her makul insanın yapacağı gibi sistemden değil de elle yazarak iki bagaj fişi hazırladı ve otobüse binebildik.

Tampa'ya ulaştığımızda Mısırlı bir adamın işlettiği Küba kafesinde kahvaltı yapıp araba galerisine gittik. Burada 4 silindirli araba bulmak 6 silindirli bir araba bulmaktan daha zor. Biz de seçenekler arasında fiyatı en uygun olanlardan Chrysler'ın Town and Country modelini aldık. Böylece, İstanbul'da can sıkıntısı içinde bizi bekleyen 1970 doğumlu tostos Gretel'e bir kardeş gelmiş oldu: adını 80 Günde Devrialem'de "her yere giden" uşaktan esinlenerek verdiğimiz Passepartout. Yola çıkışımız akşamüstü beşi bulmuştu. Dayımın yaşadığı Atlanta yakınlarındaki Kennesaw'a kadar 480 millik (yaklaşık 770 km) yol, doğru düzgün uyuyamadığımız iki gecenin yorgunluğu, alışık olduğumuzdan neredeyse iki kat uzun ve binek araba kıvraklığıyla ilerleyen tırlar ve yer yer görüş mesafesini yok eden yağmur nedeniyle uzadıkça uzadı, eve gece üçte ancak varabildik.

Starred_Photos36-1.jpg
Steinbeck'in Rocinante'si varsa, bizim de Passepartout'muz var!

Kennesaw'da kaldığımız süre boyunca dayımın tombiş kedileri Friendly, LT ve JJ'le oynadık, bol bol uyuduk ve Amerika için bir rota oluşturmaya çalıştık. Uzun süredir yolda olmak bizi yormuş olsa gerek, Meksika vizesini alıp da tekrar yola çıkmamız bir haftayı buldu. 12,400 mil sürecek Kuzey Amerika maceramız şimdi başlıyordu...

Starred_Photos38.jpg
Güreşçi kardeşler LT ile JJ ve anneanneleri Friendly

Barış Pala

Posted by acikbilet 18:54 Archived in USA Tagged backpacking Comments (1)

Okugan: The Old Patagonian Express

Paul Theroux

15211058.jpg

Theroux, haritaya bakarken, Boston'daki ailesinin evinin önünden kalkan banliyö trenine atladıktan sonra tren değiştire değiştire Patagonya'ya kadar gidebileceğini fark edince, bir kitap yazma fikriyle yola çıkar. Seyahatlerini yazan çoğu yazarın, yolculuğun kendini değil, vardıkları yeri anlatmayı tercih ettiklerini düşündüğünden, kitabını, asıl önemli olduğunu düşündüğü bu başlangıç noktasından varış noktasına kadar geçen süreci anlatmak üzere tasarlar. Üç ay kadar bir süre boyunca, güneye indikçe külüstürleşen onlarca tren değiştirir, toz toprak içinde sınır kapılarından geçiş yapar, yolda pek çok insanla tanışır. Karşısına çıkan hiç kimseden hoşlanmayan, İngiltere'deki karısı ve çocuklarının özlemi içini yakarken burada ne işi olduğunu kendi kendine sorup duran Theroux'nun kitabı, sürekli şikayet eden ve sıkıntılı bir ruh haliyle kaleme alınmış olsa da, anlatı tarzı, yorumları ve aktardığı insan portreleriyle çok etkileyici. Benim için, trende sohbet ettiği El Salvadorlu pazarlama elemanı ya da Panama'da işlettiği krematoryumu gezdiren Amerikalı'yla aralarında geçen diyaloglar, en az Buenos Aires'te Jorge Luis Borges'le yaptıkları edebiyat tartışmaları kadar ilgi çekiciydi. İyi bir seyahat edebiyatı örneği.*

Deniz Koç

  • Internet'ten araştırdığımda, Paul Theroux'nun bu kitabının henüz Türkçeye çevrilmediğini gördüm. Yapı Kredi Yayınları, Bruce Chatwin'le birlikte tekrar Patagonya'yı ziyaret edişlerini anlatan Yeniden Patagonya kitabını yayımlamış, Chatwin'in önceki seyahati de yayınları arasında olduğuna göre, Theroux açısından bir eksiklik yok mu?

Posted by acikbilet 11:12 Tagged books Comments (0)

Dünyanın Biraları: Şili

Besleyici ve serinletici...


View Seyahat & Chile on acikbilet's travel map.

Yeni dünyanın meşhur şarap üreticilerinden olduğu için, bu küçük ülkede bu kadar çeşitli bir bulmayı beklemiyordum. Diğer Güney Amerika ülkelerinde olduğu gibi buradaki biracılık geleneğinde de Alman göçmenlerin katkısı büyük. Cüneyt'in tavsiyesi ile içtiğimiz Kunstmann'ın yanı sıra Becker ve Valpairoso'nun lager'e alternatif ale'ı Del Puerto hoşumuza giden biralar arasındaydı.

0chile.jpg

Neler İçtik:

Royal
Cristal
Becker
Baltica
Kunstmann
Del Puerto
Escudo

Barış Pala

Posted by acikbilet 11:27 Archived in Chile Tagged food Comments (0)

(Entries 33 - 36 of 85) Previous « Page .. 4 5 6 7 8 [9] 10 11 12 13 14 .. » Next